Kaplanın Karısı‘nı kıvamlı, güzel, dolu dolu bir şeyler okumak istediğim zaman elime aldım. 27 yaşındaki yazarını bir ilk roman olarak şöhrete kavuşturmuş, ona Orange Ödülü’nü kazandırmış, hakkında çeşit çeşit methiyeler düzülmüş bu kitabın doğru tercih olmasını çok arzu ettim. Güzel yanlarına rağmen hayal kırıklığına uğramadım desem yalan olur.
Öykülerimiz Yugoslavya’da geçiyor. İç savaş zamanı, onlarca yıl tek ülke olarak bilinmiş topraklarda kan ve sınırlar var artık. Başkahramanımız o dönemde ilk gençliğini yaşıyor, dedesiyle çok yakın ve özel bir ilişkisi var. Bu zor dönemde de kesintilere uğrasa da devam ediyor. Savaş sonrasında başkızımız dedesi gibi doktor olmuş savaşta düşman oldukları köylere aşı taşırken dedesinin ölüm haberini alıyor. Dedesi bulunduğu yere yakın ücra bir kasaba kliniğinde ölmüş. Cenazesi evine gitmiş ama özel eşyaları kayıp. Kızımız da anneannesinin de ısrarıyla bu eşyaların peşine düşüyor.
Roman bu girişle macera, duygu, dram neler vaat etmiyor ki? Ancak başladığı gibi devam etmiyor. Bazı sayfalar su gibi aksa da bazı bölümler ayağını sürüyerek yürüyor. Yazar mekan olsun, insan olsun, olay olsun betimleme konusunda eşsiz bir başarı gösteriyor. Detaylar, benzetmeler, sıfatlar o sahneyi zihninizde bir tablo gibi çiziyor. Ancak roman yazmak tarif etmek değil. Özellikle de birinci tekil kişili anlatımda o anda panik içinde yol alan kahramanın yolda gördüğü adamın ceketinin söküğünü fark edip bunu bilmem neye benzetip oradan da adam hakkında çıkarımlarda bulunması sizi kahramanın paniğinden heyecanından soğutuyor. Böyle böyle roman teknikten 8,9 alırken artistikten 5’te kalıyor çünkü okuyucuyu en azından beni kahramanla birlikte panikletemiyor, heyecanlandıramıyor, duygulandıramıyor.
Kitapla ilgili beni üzen ikinci husus olay örgüsüyle ilgili. Şu konuda eminim: Kaplanın Karısı bir roman değil de hikaye kitabı olsaymış çok daha iyi olurmuş. Roman üç-dört koldan birden ilerliyor. İlerledikçe de bu kollar birleşeceğine şekil değiştirip yeni hikayelere dönüşüyor. Yaratıcılıktan da bonusları topluyor böylece. Ama okuyucuyu yani beni yoruyor. Yirmi-yirmi beş sayfa büyülü gerçekçilikle yoğrulmuş bir hikayeyi okumuşken tutup sonu gelmeyecek başka bir maceraya atılmak yıldırıyor. Macera dediysem yukarıda da belirttiğim gibi camın arkasından izlediğiniz bir macera. Peki bu öyküler birbirine bağlanıyor mu? Eh… biraz bağlanıyor biraz bağlanmıyor. Kitabın dörtte üçünü geçtiğinizde kaplanın karısının kim olduğunu hala merak ederken ve öğrendiğinizde de neden romana adını verdiğini anlamazken buluyorsunuz kendinizi. Oysa Kaplanın Karısı (ki bence kitabın en vasat öyküsü olurdu), Ölmez Adam, savaş sırasında şehir ve dedesinin eşyalarını arayan genç doktor ayrı öyküler olsaymış en azından kendi içinde kıymetli ve birbiriyle de tematik olarak ilgili güzel hikayeler yazılmış olurdu.
Kitabı bu kadar yermişken elbette kesin okuyun aman okuyun kaçırmayın diyemem ama elinizde görürsem de sizi kurtarmaya çalışmam. Yazarın anlatım tekniğiyle, anlatılan ilginçliklerle okuyana mutlaka bir şeyler bırakacak bir roman. 1985 doğumlu yazarın savaş döneminde anneannesi ve dedesiyle ülkesinden ayrılık önce Mısır’a iki yıl sonra da ABD’ye gittiğini de göz önüne alırsak biyografik unsurlar barındırdığı söylenebilecek bir roman. Bu gözle romanın bazı bölümleri çok daha ilginç geliyor. Genç yaşında ilk romanıyla bunu yazanın da takip edilmesi gerektiği bir gerçek. Yani karar size kalmış.