Hatırlayacağınız üzere birkaç hafta önce “pembe kitap”ların kraliçesi İrlandalı yazar Meave Binchy hayata veda etti. İrlandalı kadın yazarların kadın kahramanlarının aşk ve aile temalı kolay okunan maceralarını sevenler artık başka yazarları takip etmek mecburiyetindeler; mesela Marian Keyes veya Colette Caddle…
Ben de son olarak Caddle’ın Türkçe’ye Her Şey Senin İçin başlığıyla çevrilen romanını aslından okudum. Kitap kısaca Dee’nin hayatını nasıl da tek başına büyüttüğü dört yaşındaki oğlu Sam’in etrafında döndürdüğünü anlatıyor. Genç kadının hayatını oğluna göre, oğlu için yaşamasının esasen iki nedeni var: Sam’in babasının onun varlığından bile haberdar olmaması ve Sam’in egzema ve astım hastası olması. Oğlunun kırılgan sağlığını ayakta tutabilmek için üzerine titreyen Dee, bunun en sağlam yolunun oğlunu tamamen ev yapımı ve doğal gıdalarla beslemek olduğunu keşfediyor. Yemek yapmayı da sevdiği için kendine bu işe o kadar kaptırıyor ki kendini gazetelere röportaj verirken buluyor ve Sam’in babası (Neal) gazete de Dee ile Sam’in fotoğrafını görerek bir gün kapılarını çalışıyor…
Romanda bu ana olay dışında birçok olay bir arada yürüyor; Dee’nin kariyerindeki sıçrama, evin giderleri ve maddi sorunlar, sevgilisi (Connor) ve en yakın arkadaşıyla (Lisa) ilişkileri, evden yürüttüğü aşçılık işinin yoğun temposu… ve hepsinin ucu dönüp olaşıp Sam’e dayanıyor. Kitapta ve Dee’nin hayatında gerçekten de It’s All About Him!
Kitabın diğer “pembe” romanlarda biraz farklı olarak aşk meşk meselelerini değil de bir anne ve oğlunu konu almasını beğendim. Mucizevi rastlantılar ya da gerçekçi olmayan başka unsurlar da azdı. Türdeşlerine kıyasla tek boyutlu bir yapısı da yoktu. Yazar bunu yapmak için bir çok olayı aynı anda Dee’nin hayatına sokup hepsini etraflıca anlatmış. Bunu yaparken de bence ayarı kaçırmış. Özellikle sonlara doğru Lisa’nın aşk hayatı ve iki arkadaşın kariyerleri hakkında ne Sam ne de babasıyla ilgili olmayan o kadar çok anlatım vardı ki bana yazar sonlara doğru odağını kaybetmiş gibi geldi.
Kitap biraz kalınca; İngilizcesi 500 küsür sayfaydı. Fikrimce aynı öykü 300 sayfada da yazılabilirdi. Diyaloglar doğal ve eğlenceli olmasına rağmen bazen gereksizdi. Yer yer de olaylar tekrar tekrar anlatılarak bir “arkası yarın” uzatması yapılmıştı. Kitapta aradığı ve beklediği yoğunluğu bulamayan ben için bu durum giderek “zamanım boşa geçiyor” hissine yol açtı. Öyküye kendini kaptıranlar içinse sorun olacağını hiç sanmıyorum.
Yazarın çok akıcı ve kolay bir dili var. Hatta belki biraz fazla kolay… Çevirisi nasıl bilemem ama İngilizcesinde kelime dağarcığı son derece kısıtlıydı. Örneğin hemen her sayfada “grin” ve “groan” kelimelerine rastlamak mümkündü. Burada krizi fırsata çevrilebilir. Şöyle ki kitabın bu sade ve basit anlatımı İngilizce roman okumak isteyip de cesaret edemeyenlere harika bir imkân sunuyor. Hem öykü karmaşık değil, hem de dili, diyaloglarda kullanılan yerel ve günlük sözcük ve deyimler (pint, cuppa, cheers!) dışında gayet anlaşılır.
Özetle internette gördüğüm çok sayıdaki olumlu eleştirinin etkisiyle okumaya karar verdiğim bu kitabın biraz abartıldığını düşünüyorum. Orta halli, kolay okunan, hoş zaman geçirten sıradan bir roman. Pembe kitapları seviyorsanız veya hafif bir şeyler okumak isterseniz gayet güzel bir tercih.