Ian McEwan yaşayan en önemli İngiliz romancılarından biri olarak gösteriliyor. En meşhur romanı Kefaret (Atonement, 2001) çok övgü almış, akılda kalıcı ve etkileyici bir roman. Oysa yazara Ingiliz edebiyatının en saygın ödüllü Man Booker Prize’ı kazandıran romanı Amsterdam’da Düello (Ansterdam, 1998)*. Amsterdam’da Düello’nun ödül alması, McEwan’ın daha önce ödülün en güçlü adayıyken sürpriz şekilde ödülden mahrum kalmasının kefareti olarak da görülüyor ama bu başka bir hikaye.
İki yakın arkadaş olan besteci Clive ile genel yayın yönetmeni Vernon’un giderek büyüyen ahlaki çekişmesini anlatan roman sadece bu ikiliyi değil romandaki az sayıdaki karakterlerin neredeyse hepsini ahlaki ikilemlerin veya sorunların karşısına dikiyor. Nasıl ifade edeceğim bilemiyorum ama karakterlerin parlak ve karmaşık görünen hayatlarının yapaylığını da sanki hiç üstünde durmuyormuş gibi yaparak ama çok net şekilde ifşa ediyor. Hollandalı doktorlardan, dışişleri bakanının fotoğraflarına, bakanın eşinin açıklamasından, Clive’ın beste sürecine her noktada bir etik meselesi var. Romanın giderek hızlanan, adım adım okuyucuyu saran bir yapısı var. Kısacık bir roman olmasına ve görece az sayıda karakter bulundurmasına rağmen olaylar açısından zengin. Aynı anda gelişen iki izleğin ve bunların çevresindeki küçük parçaların bir hortumun merkezine sürüklenir gibi birleştiklerini görmek keyif verici.
Amsterdam’da Düello eleştirmenlerin olumlu yorumlara boğduğu bir roman; öte yandan okuyucu görüşleri aynı derecede olumlu değil. Denebilir ki Man Booker Ödülü’nü alan romanlar arasında okuyucunun en beğenmediği romanlardan biri, Amazon yorumları pek parlak değil, Goodreads skoru 3,34. Ben de kitap hakkında araştırma yaparken sık sık olumsuz okuyucu yorumlarına denk geldim.
Bu belki ödüllü bir kitap okumanın getirdiği yüksek beklentiden, belki Kefaret ve Sonsuz Aşk gibi sevilen iki roman arasında yer almasından belki de gerçekten yeterince nitelikli bir roman olmadığındandır aa ben menfi görüşlere katıldığımı pek söyleyemeyeceğim. Okuduğum ilk McEwan romanıydı ve beni hayal kırıklığına uğratmadı. Okurken sıkılmadım, hatta bir sefer kendimi o kadar kaptırdım ki minibüsten ineceğim yere geldiğimi fark etmedim. Yazarın aralara sıkıştırdığı ironiler, kinayeler çok hoşuma gitti. Kısa ve net cümlelerle işlek bir anlatımı vardı. Öte yandan yazarın üslubuyla ilgili olumsuz yorum yapan Türk okuyucuların çeviri faktörünü de göz önüne alması gerektiğini düşünüyorum. Zira çeviri genelde fena olmasa da bazen (driver kelimesinin şoför yerine sürücü olarak çevrilmesi gibi) aksıyordu. Bir de kapağını hiç beğenmedim. Özellikle yabancı baskılardaki kapakların çekiciliği, içerikle ve atmosferle uyumuyla karşılaştırıldığında gerçekten başarısız. Orjinal adı Amsterdam olan romana neden Amsterdam’da Düello adı yakıştırılmış onu hiç bilmiyorum. Tamam alakasız değil ama daha iyi de değil, yani o zaman neden?
Özetle, tamam çok görkemli, insanı sarsan bir kitap değildi ama her okuduğumuz da böyle olmak zorunda değil. Sağlam bir hikayeydi ve sürekli kurmaca okuduğum şu dönemde okuma kanallarımı açtı; bana çok iyi geldi.
* Ödülü veren jürinin başkanlığında eski İngiliz Dışişleri Bakanı Douglas Hurd’un bulunması ilginç bir tesadüf.